bir kısmı kendi içlerinden çıkma YÖK üyelerinin bilmem ne türden kararlarını ve uluslararası çevrelerin Türkiye’ye ve İslâm dünyasına boca ettikleri ‘dinî’ söylemleri öne çıkararak olmayacaktır. Yapılması gereken şey başta kendisi olmak üzere Türkiye’nin dinle alakalı meselelerini, kurumlarını elbette dünyanın gidişini de hesaba katarak yeniden ciddiyetle ele almak ve kurucu yeni bir fikir inşa etmektir.
Osmanlı modernleşmesinin erken tarihlerinden itibaren dinle bir şekilde irtibatlı hemen bütün konular hem itina ve hassasiyet gösterilmesi hem de korkulması gereken nazik ve yer yer paradoksal konulardır. Çünkü dinin kendi tabiatı ve mantığı hakim olduğu zaman modernleşmeye halkın katılımını sağlamak ve başarılı olmak mümkün olmuyor, buna karşılık zamanın icbarları ve ıslahat projelerinin talepleri istikametinde modern bir din yorumu ve uygulaması ortaya koyduğunuz zaman da halktan ve dindar zümreden kopma veya uzaklaşma tehlikesi altına girmiş oluyorsunuz. Bir adım ötede ne zaman hangi sertlikte karşınıza çıkacağını yeterince kestiremediğiniz pasif fakat ısrarlı bir muhalefet tarzına da zemin hazırlıyorsunuz. Cumhuriyet devrinde hususen 1924 sonrasında bu süreçlerin her iki ucu da daha problemli ve daha nazik bir hal alacaktır.
İlahiyat Fakülteleri bu çift taraflı süreçlerin neticelerinden, ürünlerinden sadece bir tanesidir. Bir açıdan bakıldığında hem bilgi düzeyi ve dinî-entelektüel hayata katkı hem de uygulama/hizmet alanı itibariyle Türkiye şartlarında küçümsenemeyecek bir başarı ve katılım sağlanmış gibi durmaktadır. Bu hem siyasî merkezin hem de İlahiyatların başarısıdır. Bir başka açıdan ise Müslüman Türk halkının dindarlık kodlarıyla büyük ölçüde çeliştiği için din etrafında problem alanları oluşturan, entelektüalist, modernist, Yeni Selefi akıma hayli yakın, bazen Vehhabiyü’l-meşrep, yer yer Türkiye’den kopuk, Batıdan yahut Doğudan gelen rüzgârlara fütursuzca açık, oryantalistik dile katılmaya hevesli bir karakter ve vasat ortaya çıkardığı da görülmelidir. Bu da siyasî merkezin ve İlahiyatların başarısıdır! Bugün itibariyle Cumhuriyet ideolojisinin din politikalarını esas itibariyle İmam Hatip Okulları ve İlahiyatlar tashih etti dersek hata etmiş olmayız. Laiklik politikalarını yürütmek, modern İslâm yorumlarını savunmak aynı insanların ve kurumların omuzları üzerindedir dediğimizde de büyük ölçüde doğruyu söylemiş oluruz.
Hem ümit vadeden hem de tedirginlik ve yetersizlik doğuran bu çift taraflı gelişmeler İlahiyat Fakültelerinin dün olduğu gibi bugün de ciddi bir şekilde yeniden ele alınmasını, yapıcı fakat sert tenkit süzgeçlerinden geçirilmesini ve Türkiye’yi taşıyacak kapasiteye doğru taşınmasını gerektirmektedir. Bugün İlahiyat Fakülteleri de birçok “dinî” mesele ve kurum gibi kendinde/n bir problemdir. Aktüel dayatma ve tartışmayı vesile edinerek bu konuya yeniden eğilme mecburiyeti altındayız.
Kurucu ideolojik mantık
II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda laiklik kavramının ve uygulamalarının da uzun uzadıya tartışıldığı 1947 CHP Kurultayı’nda, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin etkili simalarından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, bir aydın, bir eğitimci ve inkılaplardan yana bir politikacı kimliğiyle söylediklerini aktararak Türkiye’de ‘İslâm’ İlahiyat eğitiminin kurucu mantığını ele almaya başlamak yerinde olacaktır:
“Biz acaba tababet [tabiplik] ve ordumuz için yaptığımız ıslahatı din teşkilatımız için de yapsaydık meyvalarını almaz mı idik? Mutlaka alırdık. Avrupa’nın eski üniversitelerini ele alalım; Sorbon’dan başlayarak -ki sekiz asırlık bir tarihe maliktir- Cambridge, Oxford, Almanya’da Heidelberg üniversiteleri evvelce birer medrese [kiliseye bağlı dinî eğitim kurumu] idi. Bu medreseler ıslahatla bugünkü üniversiteler halini almıştır. Bizim tarihimizde de bu medreselerin ıslahı yoluna gidilseydi dokuz asırlık üniversitemiz vardır diye övünebilirdik. Ta Alparslan’dan başlayarak üniversitelerimiz istihale ede ede [gelişme göstere göstere] son zamana kadar ilmî hareketleri takip edebilseydi bugün bu kâbil [mümkün] olacaktı. Halbuki biz [Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile] medreseleri kapattık, [sonra açılan] İmam Hatip Mektepleri’ni [de] kapattık”.
Hamdullah Suphi eğitim-öğretim açısından çok önemli olan süreklilik/istikrar problemine ve mevcut eğitim müesseselerinin tarihin tecrübelerle dolu derinliklerine ne kadar kök salabildiklerine işaret etmekle kalmıyor, üniversite dahil bugünkü Türk eğitim kurumlarının “çocuk” denecek yaşta bırakıldığına ve buna bağlı olarak yetersizlik ve çelimsizlik probleminin kaynağına da parmak basıyor.
Yine hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemlerinde eğitim problemlerinin ve müesseselerinin içinde yer almış, Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nde hocalık ve yöneticilik yapmış, eğitim ve sanat alanındaki fikirleriyle etkili olmuş bir kişi olarak İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun, 9 Mayıs 1949 tarihinde, TBMM’nde Ankara İlahiyat Fakültesi kanunu görüşülürken yaptığı konuşmada şu hususların altını çizdiğine şahit oluyoruz:
“Bir İlahiyat Fakültesi kurulmasından maksat medreseyi diriltmek değildir (…) bütün mânasıyla ilim haysiyeti ve ilim karakteri taşıyan bir fakülte meydana getirmek[tir]. Öylesine bir fakülte ki diğer fakültelerden hiçbir surette ayrılığı olmayacaktır. Bizim istediğimiz İslâm İlahiyat Fakültesi’dir. Ama medrese değil, ilmî karakter taşıyan İslâm İlahiyat Fakültesi; İslâm dinini, İslâm mezheplerini ilmî surette tetkik edecek bir ilmî fakülte. Tabir mazur görülsün, [Türkiye’nin] mahalli ihtiyaçları[nı] unutup da bilmem nasıl mücerret bir spekülasyon zihniyetiyle sosyoloji, metafizik içine batıp İslâm dini bilgilerini prensip dışında bırakırsa maksat hasıl olmaz. (…) İlahiyat Fakültesi İslâmiyeti bütün olarak tetkik etmekle beraber metotlarında, meselelerinde müsbet ilimlere dayanmalıdır. (…)
Bu İlahiyat Fakültesi ikinci defa Türkiye’de açılıyor. İlk defa İstanbul Üniversitesi’nde [Dârülfünun’da] kurulmuştu. O İlahiyat Fakültesi’nde benim de mesuliyetim vardı. [Onu] bir nevi sosyoloji fakültesi yaptık. Fakat burada yeni fakültede İslâmî bilgiler esas, sosyolojik bilgiler yardımcı olacaktır”.
Baltacıoğlu’nun 1924 yılında kurulan ve kendisinin de içinde yer aldığı İstanbul Durülfünunu İlahiyat Fakültesi için “sosyoloji fakültesi” tabirini kullanması, bir tarafıyla Türkiye’deki İlahiyat Fakültelerinin mantık olarak “modernist, laik/dindışı” istikametine ve siyasî merkezin beklentilerine işaret ederken diğer taraftan bugünkü İlahiyat Fakültelerinin program ve eğitim tarzı itibariyle temel probleminin kaynağına da göndermede bulunuyor. Baltacıoğlu önceki tecrübeden yola çıkarak 1949’da kurulacak Ankara İlahiyat Fakültesi’nin, “medrese”ye değil ilmî metodlara dayalı (yani geleneksiz ve devamlılık aramayan, esas itibariyle pozitivist yoruma eğilimli) “İslâm” İlahiyat Fakültesi olmasını teklif ediyor.
Fakat netice böyle bile olmayacak, büyük ölçüde 1924 ruhunun hayli problemli mantığına sadık kalınacaktır. O kadar ki kanun teklifinde var olan ‘İslâm’ kelimesi İlahiyat Fakültesi’nin başından kaldırılacak, ayrıca İstanbul Üniversite bünyesinde açılması talebi de muhtemelen İstanbul’un sembolik olarak ifade ettiği anlamlar ve az da olsa devamlılık unsuru taşır endişesiyle ısrarla reddedilecektir. (Vakıf üniversitelerde görülen, yeni dayatma programda da karşımıza çıkan İslâmî İlimler Fakültesi adlandırmasına bu açıdan bakmak ister misiniz?)
“Sosyoloji fakültesi” ifadesi bugün için de çok mühim. Bunu biraz vurguya/mübalağaya kaçarak kullanmaya cevaz verilirse İlahiyat Fakültelerinin -tarihi ve neticeleri itibariyle değilse de- mantık ve kurucu fikir itibariyle sosyoloji gibi dinin karşısında, dinî alanı tenkit ve hatta reddetmeye, yerini almaya, dönüştürmeye ve modernleşme ile uyumlu hale getirmeye dönük kurumlar olarak ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz.3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesinde geçen ve İlahiyatların da dayanağı olan “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere” ibaresindeki “diniyat mütehassısı”nı din âlimi olarak değil sosyal din bilimcisi/teolog (yahut şimdi nerede ise herkesin severek kullandığı fakat hiç de masum olmayan “aydın din adamı!”)şeklinde anlamak daha doğru olacaktır. (İmam Hatip Okullarının, İlahiyat Fakültelerinin, hatta muhafazakâr çevre aydınlarının sosyolojiye olan düşkünlükleri felsefî olarak pek anlaşılır bir şey değilse de İslâm dünyasındaki tarihi ve psikolojisi itibariyle hayli anlamlıdır).
Köklü problemler ve teklifler
“Türkiye’de ilahiyat eğitimi ve öğretimi”nin ideolojisi, tarihi ve muhtevasına dair problemlerin ve imkânların yerinde ve gerektiği gibi ele alınıp tartışılabilmesi için hiçbir ilmî-fikrî ölçü ve teamül tanımayan kaba aktüel dayatmadan süratle uzaklaşmak ve bir yukarıya çıkmak lazım. Bir yukarıda ilk karşılaşılacak hususlar şunlar:
1.Türkiye’de “ilahiyat eğitimi” dendiği zaman anlaşılan şeyle dünyadaki ilahiyat eğitimi arasındaki mesafe ciddi sayılabilecek bir mesafedir. Önceki yazıda da ifade edildiği üzere Türkiye’de İlahiyat Fakülteleri medreseler varken Batı’daki tecrübeye uygun olarak düşünülmüş ve kurulmuş “laik” müesseselerdi. Medreseler kapatılınca mantığı, muhtevası, maddî şartları ve hedefleri dinî olan yüksek din tedrisatı ortadan kalkmış (bu yalnız Türkiye’de olan garip bir hadisedir), sadece “laik” eğitim kurumları ve üniversite bünyesi içindeki laik din eğitimi veren kurumlar olarak İlahiyat Fakülteleri, daha sonra da Yüksek İslâm Enstitüleri kalmıştı.
Bu mesele 3 Mart 1924 tarihinden itibaren Türkiye’de -kesintilerle ve ciddi problemlerle birlikte de olsa- var olan din eğitiminin teknik mânasıyla “din eğitimi” olup olmadığını anlamaya, test etmeye çalışmak ve bir daha tartışmak ihtiyacını da doğurmaktadır/lıdır. Bize göre Türkiye’de teknik mânasıyla din eğitimi yoktur, laik eğitim içinde laik din kültürü eğitimi vardır. Tartışma buradan başlamalıdır çünkü ana problem buradadır. İlahiyatçılardan da gelse hiçbir dahiyane açıklama bu kara deliği kapatmaya yetmez. Yalnız iş burada bitmiyor çünkü İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı… aynı zamanda kendi alanında teknik mânasıyla dinî olanı da öğrenmekle, öğretmekle, yerine getirmekle yükümlüdür, karşı karşıyadır. Hem imkân hem de problem olan taraflarından biri de budur.
2. İlahiyat Fakültelerinin bölümleri, anabilim dalları ve programlarında yer alan dersler ile bunların yoğunlukları ve okutulma biçimleri başından beri çok problemlidir. Ne yazık ki İlahiyat Fakülteleri ve içlerinde barındırdıkları Din Eğitimi birimleri de bu konuda hem tarihin içine hem de ileriye doğru seyreden derinlikli bir performans gösterememişlerdir. Kurucu fikir yokluğu ve üslup endişesinin olmayışı kendini en bariz şekilde burada göstermektedir.
Aktüel problemle de irtibatlı olarak söylenecek ilk şey, (maalesef anormal bir şekilde) sayıları artan, özelleri de açılan İlahiyat Fakültelerinin tektipli bir yapıdan kurtarılmasıdır. Tektiplilikten çıkma bir taraftan bölümler ve ders ağırlıkları üzerinden sağlanabilir, bu sayede mevcut tartışma da bir şekilde aşılabilir. Meselâ bazı fakülteler modern din bilimlerinde veya aklî ilimlerde temayüz etmeyi öne alırken diğerleri klasik İslâmî ilimler ağırlıklı bir yöneliş içine girebilir, bazıları da karma bir yol tercihinde karar kılabilir.Bir adım daha ötede bazı fakülteler modernist bir çizgiye doğru, bazıları daha geleneksel bir istikamete yönelebilir. Bunların hepsi meşru ve kendi sınırları içinde doğrudur, meşru olmayan birini tercih etmek/dayatmak ve doğrusunun sadece bu olduğunu savunmak, ağırlıklı alan tercihinin diğer ilahiyat alanlarını gereksiz, önemsiz kılacağını düşünmektir. Böyle çoktipli bir yapılanma farklı metodolojileri, karşı fikirleri, anlayışları ve yapıları içinde barındırması gereken -ama YÖK’ten sonra Türkiye’de tamamen kaybolan- üniversite fikrinin de bir icabı ve imkânıdır.
Tektiplilikten kurtulmanın bir diğer yolu İlahiyat mezunlarının hizmet ve istihdam alanları hesaba katılarak bulunabilir. Meselâ bazı fakülteler ilmî araştırmalara, hatta lisansüstü eğitime, bazıları Diyanet İşleri Başkanlığı’na eleman yetiştirmeye, bir kısmı öğretmen ve din eğitimcisi yetiştirmeye öncelik verebilir ve programını buna göre düzenleyebilir. (Bugün Diyanet Vakfı tarafından kurulan bir üniversitedeki İlahiyat Fakültesi’nin niçin Uluslararası İslâm ve Din Bilimleri Fakültesi adını aldığı sorusu doğrusu cevapsız durmaktadır).
Medrese sistemiyle irtibat
3. Türkiye’de İlahiyat Fakülteleri modernleşme dönemi dahil Selçuklu-Osmanlı medreseleri tecrübesiyle üst düzeyde münasebete geçmeden, bu tecrübeyi anlama, aktarma, tenkit etme ve yeniden üretme iddiası taşımadan ne ülkemizde ne İslâm dünyasında ne de uluslararası çevrelerde kendine mahsus, özgün, iddialı bir yer edinemeyecektir. Bunu bütün ağırlığı ve ciddiyetiyle görmek lazım. Medrese deyince İlahiyat çevreleri dahil sosyal bilimlerle uğraşan akademisyenlerin, okumuş-yazmışların çoğunun aklına köhne, çökmüş, kendini yenileyememiş, tekrardan ibaret, felsefeyi ve aklî ilimleri dışlayan bir çerçeve, bir dünya gelmektedir. Katip Çelebi’nin ve Cevdet Paşa’nın anakronik bir şekilde anlaşılan sözleri, ilmiye tenkitleri de bunun tuzu biberi.
Hiçbir (evet hiçbir) akademik çalışmaya istinat etmeyen, bu yüzden ilimle, fikirle uğraşanlara yakışmayan bu ön kabulle Türkiye’de üniversite de İlahiyatlar da gerçek mânada yoluna devam edemez, kendini var kılamaz, gecekondu olmaktan kurtulamaz. (Affınıza mağruren teferruatına giremeyeceğimiz bu mühim konuda ilgililere İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz kitabını tavsiye edeceğim).
İlahiyatların klasik kaynaklarla üst düzeyde irtibata geçme, onları kuşatma konusunda ciddi bir zafiyetlerinin olduğunu görmek ve itiraf etmek lazım. Bunun sebeplerinden biri de medrese sistemini ve o sistem içinde üretilmiş eserleri, ilim anlayışını küçümsemek, önemli bulmamaktır. Bu vâkıa İlahiyatçıların modern problemlerde, modern alanlarda; diyelim ki Din Felsefesinde, Din Sosyolojisinde, Din Eğitiminde… büyük bir performans, derin bir bakış sergileyememelerinin de ana sebebidir.
Klasik Arapçanın öğretilmesi başta olmak üzere klasik kaynakların nasıl okunup anlaşılacağı üzerine sarfedilecek hayli mesai, kayd edilecek epeyce uzun bir yol bulunmaktadır önümüzde.
4. Nihayet İlahiyat ve din eğitiminin irtibatlı olması gereken kurumlarla irtibatsızlığı en ciddi problemlerden biri olarak görülmektedir. Bu fiilen irtibatsız kurumlar arasında Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, YÖK, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi müesseseleri sayabiliriz. Diyanet teşkilatına da personel yetiştiren İlahiyat Fakülteleri üniversiteler kanalıyla YÖK’e bağlıdır. Yüksek din eğitimi veren Yüksek İslâm Enstitüleri de YÖK uygulamasına kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yüksek okul statüsünde faaliyet göstermiş, bu tarihten itibaren İlahiyat Fakültesi’ne dönüşmüştür. (İmam Hatip Liseleri de bütünüyle Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır).
Gerek Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında gerekse çok partili hayata geçiş yıllarından itibaren bu problem gittikçe kendini daha çok hissettiren ciddi bir problem olmasına rağmen maalesef gerektiği ölçüde ve yeterli düzeyde bir tartışmanın ve çözüm arayışının konusu olmamıştır.
Netice: İlahiyatlar gerçekten bir şey yapacaklarsa bu siyasî merkezin, bir kısmı kendi içlerinden çıkma YÖK üyelerinin bilmem ne türden kararlarını ve uluslararası çevrelerin Türkiye’ye ve İslâm dünyasına boca ettikleri “dinî” söylemleri öne çıkararak olmayacaktır. Yapılması gereken şey başta kendisi olmak üzere Türkiye’nin dinle alakalı meselelerini, kurumlarını elbette dünyanın gidişini de hesaba katarak yeniden ciddiyetle ele almak ve kurucu yeni bir fikir inşa etmektir.